22 Haziran 2007 Cuma

SİS

Bölüm 7


Ceren’in bir sonraki durağı Berrin’in Ulus’taki eviydi… Berrin Burak ile evlendikten sonra anne babasının evini satmış ve bu saray yavrusunu almıştı. Kazadan sonra, Ceren iyileşene kadar hayatı zaten hastanede geçmiş gibiydi. Sonrasında ise bir müddet o evde oturmuş, fakat yaşadığı bunalımlı günlerin de etkisi ile o evde anne babasının ruhunun olduğu şeklinde garip bir takıntı geliştirmişti. Her akşam ayrı bir korku, ayrı bir olay yaşıyor, hemen hemen her gecenin sonunda kendini Ceren’in evine atıyordu. Bir keresinde bir gece yarısı çıldırmış şekilde Cerenin evine gelmiş ve babasının yanına geldiğini, üniversiteye başlaması konusunda sert bir ültümaton verdiğini ve hatta bununla ilgili uzun bir konuşma yaptığını anlatmıştı. Bunun çok gerçekçi olmadığını düşünen Ceren duruma el koymuş ve yalnız kalmayı istemediğini düşündüğü kuzenini beraber yaşamaları için evine davet etmişti. İki kader yoldaşı birbirlerini iyileştirmeye çalıştılar o evde. Kısa bir süre sonra Burak ile evlenip bu eve taşındı ama Ceren’i hiç yalnız bırakmadı.

Berrin tüm ailesini yitirdikten sonra çok değişmişti. O çılgın, hırslı kız gitmiş, yerine uyumlu, sakin, yardımsever bir insan gelmişti. Sanki Ceren değişmemiş miydi? İkisinin de hayatı tamamen başka bir yöne sapmış, dolayısı ile de gerçekte olduğundan daha farklı kişiliklere bürünmek zorunda kalmışlardı.Berrin Ceren’e göre daha cesur ve güçlü duruyordu hayata karşı! Oysa çocukluklarında hep Ceren güçlü ve kırılmaz olandı!

Berrin babasının onun için çizdiği yoldan gitmemeye kararlıydı. Hayalet babasının kızgın konuşması bile kararından caydıramamıştı Onu… Asla okumayı düşünmedi, evlenmeyi, bir yuva kurmayı tercih etti.

Berrin’in gösterişli bir evi vardı. Klasik parçalar ile döşenmiş süslü bir salon, renkli tüllerle çevrelenmiş bir yatak ile dikkat çekici yatak odası, bir sürü hobi odası, süper lüks banyolar ve son model beyaz eşyalar ile dolu kocaman bir mutfak… Bir çocuk odası yoktu henüz. Daha henüz anneliğe hazır olmadığını söylese de Ceren bir sorun olduğunu hissediyor, ama kendine açılamayan kuzenini bu konuda sıkıştırmıyordu. Üstelik henüz çok gençti Berrin annelik için gerçekten de…

Ceren bu evde kendini hiç rahat hissedemezdi.” Kitsch “ bir ev olarak görür, yine de bunu kırılmasını istemediği için Berrin’e söylemezdi. Kendi evi hala babasının döşemiş olduğu gibiydi. Rahat, modern, kullanışlı, kaliteli eşyalar ile doluydu evi. Bu ev ise insanı rahatsız edecek kadar gösterişli döşenmişti. Koltuklara oturmak diken üstünde oturmak gibiydi, Kocaman mekanlarda boş tek bir yer bırakılmamış, her yer antika eşyalar ile doldurulmuştu, insan üstü boyutlardaki avizeler o kadar ışıltılı kristaller ile donatılmıştı ki ışıklar açıldığında Cerenin içi garip bir huzursuzlukla kaplanıyor, adeta oradan kaçarak gitmek istiyordu. O nedenle genelde Berrin ona gelir veya dışarıda buluşurlardı.

Berrin akşama eşi ile yeni yılı kutlamak için Paris’e gidecekti. Ceren’in tersine kuzeni uçak yolculuklarından hiç korkmuyordu. Belki de kazayı birebir yaşamadığı içindi bu rahatlığı. Ceren’i yalnız bıraktığı için üzülüyordu ama eşi o tatile gitmeyi çok istiyordu. Ceren Ona gitmeleri için baskı kurmuştu. Kaç yıldır tüm özel günlerde, bayramlarda, yılbaşlarında, tatillerde hep Ceren bu çiftin yanında olmuştu. Onların da yalnız kalmaya ihtiyaçları vardı. Ama Berrin inatla Ceren’e bir anne gibi davranıyor ve onu yalnız bırakmamakta inat ediyordu.

Berrinle kucaklaştılar. İkisi de muhtemelen aynı hislerle dolu idiler. Normalden fazla süren bu kucaklaşmada ikisinin de gözleri dolmuştu. Hatırladıkları, mutlu oldukları yeni yıllara benzemiyordu bu… Berrin kaderini çoktan kabullenmişse de bu ailesini unuttuğu anlamına gelmezdi. Birbirlerine hediyelerini de verip vedalaştılar.

Ceren herkesin gıpta ile baktığı muhteşem evine doğru yola çıktı. Onlarca odası, salonları, yüzme havuzu ve hatta tenis kortu bulunan koca bir evde tek başına yaşamak ona acı verse de, ailesinin anıları ile dolu bu evi seviyor ve bırakamıyordu… Onu bekleyen Leke’si bu saatte çok acıkmış ve sabırsızlıkla sahibini bekliyor olmalıydı.


19 Haziran 2007 Salı

SİS


Bölüm 6


Ceren Nişantaşı’na yine korkunç bir trafik içerisinde, randevusuna on dakika geç kalmış bir şekilde ulaştı. Ne var ki park yeri ararken şansı yüzüne güldü. Tam da Gülgün hanımın muayenehanesinin bulunduğu o şahane, eski taş binanın önünde buldu boş bir yer hem de…

Gülgün hanım Ceren’in dört senedir devamlı gittiği psikiyatristiydi Ama özellikle son iki yıldır bir doktordan öte, bir abla, bir arkadaş gibi bağlanmıştı ona. Muayenehanenin dışında sık sık buluşurlar, zaman zaman Berrin’in de katıldığı şarap geceleri düzenlerler, ortak ilgi alanları üzerine derin sohbetlere dalarlardı. Bu arkadaşlık esnasında saygı unsuru hiç azalmadığı için hala sağlıklı bir doktor- hasta ilişkisi kurabilmeyi başarabiliyorlardı. Kısacası Ceren bu kadını hem çok seviyor, hem de güveniyor, hem de saygı duyuyordu.

Gülgün hanım bir önceki hastayı yolcu ediyordu. Ceren’in gecikmeden dolayı suçluluk duymasına gerek kalmamıştı. Doktoru ile samimi bir şekilde selamlaştılar. İçeri girdiklerinde hastayı rahatlatmak için kullanılan tütsünün hoş kokusunu aldı. Gülgün tipik bir doktor değildi. Şu an içinde bulundukları mekan bir doktor odasından çok sıcak bir evin en rahat döşenmiş, dinlendirici oturma odasına benziyor ve insanı sarıp sarmalıyordu.

Ceren dört yıl önceki kazadan sonra, bir çok ameliyat geçirmiş, vücudu tamir edildikten sonra sıra acı çekmekte olan ruhuna gelmişti. Bu esnada birçok farklı doktora gitmiş ama hiçbirini samimi ve kendine yakın hissetmemişti. Son olarak annesinin en yakın arkadaşı Funda teyzesi yeni yöntemler deneyerek ruhsal sorunları olan bir çok sosyetiği iyileştiren Gülgün hanımı önermişti.

Gülgün ile tanışır tanışmaz bu kadının ona yardım edeceğini anlamıştı. Birçok insanın sıra dışı olarak nitelendireceği o odada kendini kazadan beri ilk kez güvende hissetmiş, huzur duymuştu. Doktor otuzlu yaşların ortalarında, çok uzun boylu, incecik, çok güzel bir kadındı. Ceren’i büyük bir sıcaklık ve içtenlikle karşılamış, dertlerini diğer doktorlar gibi ilgisiz ve soğuk bir şekilde değil “gerçekten” dinlemişti. Bunun da ötesinde kadın annesine çok benziyordu. Yeşil gözler, kumral dalga dalga saçlar… Dahası, zarif, sakin ve özenli davranışları, konuşma tarzı da tıpatıp annesi gibiydi. Tüm bunlar Cerenin Gülgün’ü kabullenmesine yetti…

Tedavinin başlarında oldukça ağır ilaçlar kullanmak zorunda kalmıştı. O dönemde Ceren uyumak, yemek yemek, gülmek, yorulmak, korkmak, üzülmek gibi tüm insani duygulardan uzak bir şekilde yaşamaktaydı. Hayat tamamen durmuş gibiydi ve yaptığı tek şey durmadan, yorulmadan yürümek, koşmak ve yüzmekti… Verilen ilaçlar pembe bir dünya vaat ediyordu. Oysa dünya Ceren için mordu!

Zamanla bünyesi ilaçlara alıştı ve kabul etti. Normal hayata olmasa da normal yaşayışa geri döndü Ceren… Okula başladı, bir iki arkadaş edindi. Ama tedavisi hiç bitmedi… Ruhsal acısı azalsa da hiçbir zaman tamamen geçmedi…

Ceren o gün Gülgün’e yeni yıl hediyesi vermeye ve kutlamaya gitmişti. Başka bir hastanın sırasını yememek için randevu almıştı. Hem birkaç dakika konuşmak onu rahatlatacaktı, öyle de oldu. İki kadın yerdeki yumuşak minderlere çöktüler… Kahve eşliğinde hayata dair dedikodu ettiler. Konu yine yılbaşı akşamına geldi. Gülgün hanım onu evinde düzenleyeceği partiye çağırıyordu. Ama Cerenin bu konudaki tutumunu bildiği için ısrarcı olmadı. Yalnız kalmasının doğru olmadığını, biraz eğlenmenin iyi geleceğini söyledi sadece. Partiye bol miktarda yakışıklı davet ettiğini de gülerek ekledi.

Ceren Gülgün’e 1954 yılına ait, Fransızca bir resim kitabı almıştı. Kitap doktorun özellikle ilgi duyduğu döneme ve o dönemin ünlü ressamlarına ait harika resimler ve bilgiler içeriyordu ve limitli basılmıştı. Bunu bulmak kalay olmamıştı ama Gülgün’ün gözlerindeki pırıltıya değerdi. Doktoru da çekmecesinden bir kutu çıkarttı. Ceren kutuyu açtığınıda çok değişik, gizemli bir taşı olan, hoş bir kolye ile karşılaştı… Taş bilmediği ama çok etkileyici bir figür içeriyordu. Bu değerli hediyeye bayılmıştı. Karşılıklı teşekkür ile birkaç dakika daha geçti ve Ceren ayrılmak için ayağa kalktı, vedalaştılar…

Ceren tam odadan çıkarken düşünmeden, bir robot gibi geriye döndü ve Gülgün’e boş bir yüz ifadesi ile “Ölüm bir son mudur?” diye sordu. Bu beklenmedik ve zamansız soru Gülgün’ü endişelendirse de bunu yüzüne yansıtmadı. Bunu neden sorduğunu bir sonraki randevularında öğrenecekti kuşkusuz o deneyimli ve zeki doktor. Sadece gülümseyerek “Bunu ben bilemem, sanırım bir gün hepimiz öğreneceğiz” dedi. Ceren hiç konuşmadan dışarı çıktı. Son günlerde ölümden sonraki hayat çok kafasını kurcalıyordu…





14 Haziran 2007 Perşembe

SİS


Bölüm 5

Dört Yıl Sonra, İstanbul…


Cerrahi eldiven giymiş bir el, cesedin kalbini incelemek üzere neşter ile göğüs kafesinin olduğu yerden derin bir kesik attı. Korkmadan, titremeden ve cesurca atılmış bir kesikti bu… Bu eller son derece soğukkanlı bir şekilde işini yapan Ceren’e aitti. Anatomi dersinde cesetler üzerinde yapılan pratikler bir çok öğrencinin korkulu rüyası olsa da Ceren için insan bedenini öğrenmenin ve kendini geliştirmenin en iyi yoluydu bu. O anda yine bir öğrenci ufak bir baygınlık geçiriyordu. Bunun bu kadar sık olmasına Ceren bir anlam veremiyordu. Kan tutma, iğrenme, korkma gibi insani duyguların bir doktordan uzak olması gerektiğini düşünüyordu çünkü…

Aralarda gezerek öğrencilere yardımcı olan asistanlar öğrenciler ile arkadaş, fakat konumları itibari ile sırasında alaycı olabilen, özellikle de hematofobi (kan korkusu) ve necrophobia (ceset fobisi) yaşayanlara karşı acımasızca davranan kişilerdi. Hocalar ise bu tip durumları çok sık yaşadıkları için zaten önemsiz karşılıyorlardı…

Ceren biraz önceki küçük panik ortamını ilgisizce karşıladı ve işine devam etti. Yan taraftan Selim gülerek seslendi: “Bir korkak bebek daha…” Selim Ceren’i gülümsetmeyi başaran ender insanlardandı. Aslına bakılırsa okuldaki tek arkadaşı bile denebilirdi. Çevresine karşı aşılmaz bir duvar ören Ceren’i allem etmiş, kalem etmiş kendisi ile arkadaş olmaya ikna etmişti.

Komik bir çocuktu Selim… Bu haylaz çocuk tıbbı kazandığında başta tüm ailesi, çevresi, arkadaşları şok geçirmişlerdi. Annesi yıllarca oğlunun zeki olduğunu ama hiç çalışmadığını önüne gelene söyleyip durmuştu. Bırakın tıbbı kazanmasını, herhangi bir bölüme bile gireceğinden endişeliydi. Sınav sonuçların açıklandığı gün bizzat kendisi oğlunun ilk tercihine girdiğini görmüş ve ilk beş dakika tek kelime edemeden oturmuştu. Daha sonra kendine gelip ev ahalisini uyandırmıştı. Tüm geceyi internette chatleşerek geçiren Selim’e bu mutlu haberi verdiğinde oğlu zaten bunu tahmin etmiş olduğunu söylemiş ve uyumaya devam etmişti. Bir tek Selim kendine inanmıştı o ana kadar zaten…

Ceren Selim’i bir insan ve arkadaş olarak çok sevse de eğlenceli vakit geçirmenin dışında onunla paylaşacak çok şey bulamıyordu. Selim çok sığ bir insandı ona göre… Entelektüel söylemlerden tamamen uzak, eğlence dolu bir hayata odaklanmış tipik bir zengin çocuğuydu O… Selim’in tıp kitaplarını bile zorla takip ettiğini hatırladı Ceren yüzünü buruşturarak… İleride nasıl bir doktor olacaktı? Belki günün birinde, tıbbı kazandığında tüm çevresini şaşırttığı gibi Ceren’i de şaşırtırdı, kim bilir?

Ders bittiği zaman Selim Ceren’in yanında bitti. Tekrar Yılbaşı gecesi planlarından bahsetmeye başladı ve aynı zamanda Ceren’i de kendine katılmaya ikna etmeye çalışıyordu. Bundan hiç vazgeçmeyecekti. Ama Ceren o akşam ona kuzeni Berrin ve eşi ile olacağını yüzlerce kez söyleyecekti. Gerçi bu doğru değildi, kazadan beri ilk defa Berrin ile ayrı kutlayacaklardı yeni yılı. Fakat ne Selimle, ne de başka biri ile herhangi bir şeyi kutlamak istemiyordu bu sene.

Selim’i başından savmak çok kolay değildi. Neyse ki bu hiperaktif çocuğun yapacak çok işi vardı ve gitmek zorundaydı. Selim ayrılırken “benden kurtulduğunu sanma” şeklinde bir tehdit savurmayı ihmal etmedi.

Ceren Selim’in içten içe kendisinden hoşlandığını biliyordu. Bunu kendisine söylemiş veya davranışları ile belli etmiş değildi. Selim annesinin söylediği gibi akılı bir insandı. Ceren gibi birisini kaybetmemek için duygularını ona açmıyor ve arkadaşlığı ile idare ediyordu. En azından şimdilik. Ceren ile aralarında hiç konuşulmadık bu mesele arkadaşlıklarına gölge getirmiyordu sonuç olarak.

Binadan dışarı çıkan Ceren derin bir şekilde soğuk havayı soludu. Yine kapalı, yine boğucu, yine yağmurlu bir hava vardı. Kazadan beri güneşli bir gün hatırlamıyor gibiydi. Bu anımsayamama durumu kendi hayatının boğuculuğu nedeni ileydi hiç kuşkusuz! Sanki hayatı bir sis perdesinin arkasında ilerlemekteydi. Bu ilerleyiş baş döndürücü bir hızdaydı ve geçen dört yıl sanki bir an gibi geçmişti…

Kaza hayatının acı bir parçasıydı hala. 26’sı çocuk 258 kişiden geriye kalan sadece kendisi olmuştu. Ona mucize kız demişti gazeteler günlerce. Yaşadığı bir mucize miydi bilinmez ama onca parçalanmış ceset arasından bulunup çıkarılan, onlarca ameliyat sonrasında eskisinden bile daha düzgün bir şekle sokulan Ceren için acılar içerisinde yalnız bir hayat başlamıştı… Tamamen yalnız değildi tabi. Aile dostları bazen abartılı bulunabilecek bir ilgiyle sarıp sarmaladılar onu, arkadaşları, evdeki emektarlar… Sevgili Berrin’i de vardı. Kader arkadaşı da olmuşlardı iki kuzen.

Berrin geçen yıl evlenmişti. Kazadan önce tanışıp aşık olduğu, iyi eğitimli fakat çok zengin olmayan Burak ile… Ceren Burak’ı çok severdi ve Onun Berrin için büyük bir şans olduğunu düşünürdü. Ailesini kaybetmiş iki kıza büyük bir destek olmuştu Burak. Her şeyden öte Berrin’i çok değiştirmişti ve olgunlaşmasını sağlamıştı. Ceren babasına ait şirketin önemli bir bölümünün yönetimini de çok güvendiği bu genç adama bırakmıştı. Kendisi de uzaktan takip ediyordu tabi. Ama hayatı boyunca hiçbir zaman birebir iş hayatına girmeyeceğinden emindi… O sadece bir doktor olacaktı.

Babası sağlığında tüm aileye kol kanat germiş ve herkesin büyük bir lüks içerisinde yaşamasını sağlamıştı. Fakat nedendir bilinmez şirketin hemen hemen tümü kendisine aitti. Kardeşlerine sadece küçük paylar vermiş fakat para konusunda hep cömert olmuştu. Belki de babası bilinçli bir şekilde tüm aileyi kendine muhtaç duruma sokmuştu. Bu şekilde tüm aile bireyleri üzerinde hakimiyetini güçlendirip dağılmaları engelleyeceğini ve birliğini de sağlayacağını düşünmüş de olabilirdi. Sonuçta tüm serveti kazanan o olmuştu. Ceren de biricik Berrinine aynı şekilde cömert davranıyordu. Aralarında hiç para veya mal konuşulmuyordu ve maddi açıdanher şey eskisi gibi yürüyordu. En azından Ceren böyle düşünüyordu…


11 Haziran 2007 Pazartesi

SİS

Bölüm 4

O ülkenin en iyi hastanesindeki yoğun bakım ünitesinde iki hemşire kendi dillerinde aralarında konuşuyorlardı. Çok daha genç olanı sargılar içerisinde ve hiçbir yaşama belirtisi göstermeyen hastaya acı ile bakarak “Onbeş gündür burada, zavallının hiçbir şansı yok. Zaten bu kadar yaşaması da mucize ya…” dedi.

Diğer hemşire daha soğukkanlı davranıyordu. Yıllardır bu mesleği yapıyordu, neler görmüştü. Gerçi bu kadar ilginç bir olayla ilk kez karşılaşıyordu. O korkunç uçak kazasında, parçalanmış uçaktan canlı olarak çıkan tek insandı bu kız... Bu yatan bedenin bir kıza ait olduğunu sadece tıbbi kayıtlardan biliyordu. Bu yabancı kızın telaffuz bile edemediği adı cinsiyeti ile ilgili hiçbir şey ifade etmiyordu. Bedene ait görülen hemen hiçbir bölge yoktu. Sadece gözler, şiş ve mor bir dudak vardı…

Kayıtlara göre kız 18 yaşındaydı. Duyduğuna göre ise yaşadığı ülkede zengin bir adamın kızıydı. Para her şey demek değildi işte. Kendisi tüm hayatı boyunca para için çok çalışmış ama ancak sade yaşantısını sürdürebilmişti. Üstelik kendini çalışmaya adadığı için bir yuva bile kurmamıştı. Yaşına rağmen hala çalışmak zorundaydı para için. Ama yaşıyordu ve sağlıklıydı… O zengin ve genç beden ise ülkesinden çok uzakta bir hastanede, soğuk bir yoğun bakım ünitesinde ümitsiz bir durumda, şuursuzca yatmaktaydı.

Deneyimli hemşire arkadaşını dinlerken işini yapmaya devam ediyordu. Fütursuz bir şekilde “yaşaması imkansız, yakında ölür” dedi. Aynı anda hareketsiz yatan bedenin gözleri hızla açıldı. Koskoca iki yeşil göz belirdi. Korku içerisinde açılmıştı o gözler. Mor dudaklar titredi, hafifçe açıldı. Kendisine tamamen yabancı bir dilde konuşulmasına rağmen kendisinden bahsettiklerini, öleceğini söylediklerini biliyordu. Nasıl bildiğini yıllarca kendine soracak ve asla cevap veremeyecekti, ama biliyordu işte… İnsanlar ne derse desin, ne düşünürse düşünsün savaşçı Mahmut beyin kızı asla yaşamı bırakamazdı. Nasıl kendisini almaya gelen o beyaz adamdan kurtulabilmişse, bu garip yerden de aynı şekilde çıkıp gidecekti… Şu an odada konuşmakta olan ukala kadınlara rağmen!

Yaralı kız zorla ağzını açtı ve zor duyulacak bir şekilde konuşmaya başladı:
- Ya..yaş.. yaşayacağım, ölmeyeceğim…. Yaşayacağım… yaşayacağım…

O kız Cerendi… Hemşireler doktorları çağırırlarken O yaşayacağını, ölmeyeceğini sayısız kez tekrar edip durdu…


8 Haziran 2007 Cuma

SİS

Bölüm 3

Ceren yan tarafta oturan babasına baktı. Oldum olası uçak yolculuklarını sevmediğini biliyordu. Hiçbir şeyden korkmadığı varsayılan Mahmut beyin olası bir uçak kazasından ölesiye korkması ne garipti! İlginç bir şekilde Ceren de belirgin bir korkuya kapılmıştı. Babasının kızı!

Küçük uçak camından görülen kanat sislerin içerisinde kalıp belirsizleşmeye başlamıştı. Sis değildi bu, buluttu ama Ceren gariptir ki sisten değişik bir zevk alırdı. Kurt gibi sisten pustan hoşlandığını söylerdi şaka ile karışık. Fakat şu an gördüğü sis onu huzursuzluktan başka bir duyguya sürüklemiyordu.

Birden yan tarafındaki kanatta garip bir gürültü hissetti. Bu ancak çok dikkatle bir kaza beklentisi ile odaklanmış birinin duyacağı bir sesti. Görebildiği kadarı ile dikkatle kanadı inceledi. Kanat üzerindeki metal levhalarda bir anormallik var gibiydi. Sanki sökülüyor, ya da çatlıyordu. Annesi ve hatta babası son derece sakin görülüyorlardı, diğer herkes de… Hostesler de dahil herkes normal anını yaşıyordu.

Bulutların arasına tamamen saklanmış uçak yalpalamaya başladı, biraz tedirgin sesler yükseldi, sonra ortalık duruldu, uçak bulutları delip aşağıya yöneldiğinde dünyanın en mavi denizi görülmeye başladı. Ceren birden gülümsemeye başladı ve rahatça arkasına yaslandı. Her şey yolunda gibi görülüyordu.

Denizin üzerinde havaalanını hedefleyen uçak birden tekrar yalpaladı. Bu öncekine göre çok daha şiddetli ve normal dışıydı. Bu sefer hostesler bile yüz ifadelerini değiştirdiler veya Ceren’e öyle geldi. Normal dışı hareket bir türlü bitmek bilmiyor, aksine şiddetleniyordu. Uğultu giderek yükseldi, hostesler insanları sakinleştirmeye çalışsa da başarılı olamıyorlardı. Tüm yolculuk boyunca mışıl mışıl uyumuş bebekler bile delicesine ağlamaya başlamışlardı. Çocukların çığlıkları ise iç burkucuydu.

Hareketlerin artması ve uçağın burnunun iyice aşağı yönelmesi ile yukarıdan oksijen maskelerinin düşmesi bir oldu. Bu zaten korkmuş insanları daha da şok etti. Uçağa bindiklerinde güzel sarışın hostesin tehlike anında neler yapılması gerektiğini anlattığı sıkıcı dakikalar aklına geldi. Hiçbiri aklında değildi. Ne oksijen maskesini takmak, ne de bir yerlere eğilmek aklının ucundan geçmiyordu.

Annesi, o her zaman sakin, huzur verici annesi bile paniğe kapılmış ve Ceren’e sarılmıştı. Yine de uçaktaki dehşete düşmüş kalabalık insan grubu içerisinde en sakini hiç kuşkusuz oydu!

Uçak denize yaklaşmıştı, artık çarpacaklardı. Ceren bundan emindi. Dua bile edemiyordu, aklından her şey silinmişti çünkü. Çığlıklar birbirine karışmıştı ve son çarpma anına gelmişlerdi!

O sırada Ceren uyandı! Derin bir nefes aldı. Yaşadığına göre her şey yolundaydı, demin yaşadıkları bir rüyaydı. Ama ne gerçekti!

Uçakta gerip bir sessizlik hüküm sürüyordu. Anne babası büyük bir sakinlik içerisinde, hatta gülümseyerek uyuyorlardı, öbür yan koltuktakiler de… Ortalık süt limandı, ortalıkta hostesler de görülmüyordu. Anne babasının inişe yakın neden uyuduklarına bir anlam veremedi ama çok da kafayı takmadı.

Pencereden baktı. Uçak tamamen bulutların içerisinde kalmıştı ve sanki hiç gitmiyormuş gibiydi. Sanki, sanki uçak hareketsizdi. Bu durum demin gördüğü rüyadan daha gerçek dışıydı.

Birden sislerin içerisinde kalmış kanadın üzerinde normal olmayan bir şey fark etti! Beyaz bir leke, insana benzer bir gölge! Böyle bir şeyin olamayacağını, bunun mantıklı bir açıklaması olduğunu, ya da beyninin ona tuhaf bir oyun oynadığından emindi. Belki de hala rüyadaydı! Etrafta derdini anlatacağı kimse de yoktu. Zaten sadece büyülenmiş bir vaziyette o gerçek dışı beyazlığa bakıyordu.

Beyaz gölge biraz yaklaşmaya başladı… Bu bir insandı! Gerçek olamayacak kadar sıra dışı, rüya olamayacak kadar gerçekti yaşadıkları. Çok korkuyordu ama konuşamıyordu. Gelen kişinin yüzü de belirmeye başladı. Sarı uzunca saçları dalgalı, mavi gözlü bir erkekti. Normal bir günde, sokakta karşılaşsa hoş bulabileceği biriydi ama o an normal olarak ürküyordu!

Ceren bütün bu olanların gerçek olmadığını, bir tuhaflık olduğunun farkındaydı ama sanki mantıklı bir olaymış gibi teslimiyet içerisinde olacakları bekliyordu. Adam yaklaştı ve elini uzattı. Ürkütücü olaya rağmen adamda huzur verici bir taraf da vardı. Hani bazı insanlara nedensiz güvenirsiniz ya, Ceren’in de adama karşı duyduğu his korku ile karışık bir güvendi.

Adam elini uzatmakta ısrar ediyordu. Nihayet konuştu: “gel, artık gidelim” Ceren nedense şaşırmadı, elini uzatmakta kararsızdı ama bir yanı o eli tutmak ve gitmeyi de istiyordu. Adam yine gelmesini söyledi. Emir verir şekilde konuşmuyor, sanki her zaman yapılan günlük bir konuşmada birini çağırır gibi rahat davranıyordu ve sesi sıcacıktı. Ceren uçağın dışındaki bir sesi duyabilmesinin tuhaflığını fark etti. Peki o eli de tutması mümkün müydü? Bunu denemeden anlayamayacaktı. Elini kaldırdı deli gibi titreyerek. İncecik, bakımlı el uçağın duvarından kayarak dışarı uzandı. Elinin etrafı renkli ışıltılar ile doluydu. O kadar huzur verici bir atmosfer vardı ki dışarıda.

Aynı ışıltıların içinde yüzen adama ait eli tuttu. Bu temas içini ısıttı, korkusu geçti ama büyülenmesi arttı. Vücudu da uçak duvarından kolayca geçti. Ceren artık dışarıdaydı… Onun yanında.

Adam gülümsüyordu: “Seni almaya geldim” Nereye almaya geldiğini söylemese de Ceren biliyordu. O an gitmek o kadar cazipti ki. Konuşabilse gitmeyi dileyecekti ama bunu bir türlü başaramıyordu ki! Birden giderse anne babasını, arkadaşlarını kaybedeceğini, hayatının biteceğini, asla aşık olamayacağını düşündü. Üstelik gitmek için çok gençti, daha buna hazır değildi. Geri dönmeli ve ailesini, uçaktaki diğer gitmek üzere çağırılacak insanları uyarmalıydı.

Ceren kendisine gelmesi gerektiğini, eğer silkinmeyi başarabilirse içeri gireceğini, bu aptal rüyadan tekrar uyanacağını biliyordu. Elini kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle adamdan kurtarmayı başardı ve “seninle gelmeyeceğim, henüz değil” dedi. “ Gelmeyeceğim, beni rahat bırak” Adam hiçbir şaşırma belirtisi göstermemiş ve Cereni engelleyecek bir harekette bulunmamıştı.

Ceren hızla içeri döndü ve rüyasında çığlık çığlığa bağıran grubun içinde buldu kendisini. Denize yaklaşmışlardı! Bu rüya değildi. O uçakta gördüğü en son şey dehşetle kendisine bakan annesinin yemyeşil gözleri olacaktı…



4 Haziran 2007 Pazartesi

SİS

Bölüm 2


Kısa bir sürede hazırlıkları yapılması gereken tatil programı nedeni ile rezervasyon işleminde gecikilince istedikleri gün için First Class’da 15 kişi için yer bulunamamıştı. Üç kişi mecburen Economy Class’ta oturacak, diğerlerinin şamatasından uzakta yolcuk yapmak zorunda kalacaktı. Lüks bir seyahat fırsatını kaçırmak istemeyen çocuklar ve kadınlar (ki buna Selin hanım dahil olmamıştı) ve hatta beyler bunu baştan söyleyip mızıklanmışlar, bu geziyi düzenleyen ve mali olarak karşılayacak olan Mahmut bey, eşi ve kızı büyük bir mütevazilik ile uçağın arkasında kalan “sıradan insanlar” ile beraber yolculuk yapmayı kabul etmişlerdi. Altı üstü 13 saatlik bir yolculuktu…

Ne yazık ki bu bölümde kalan tek yer de kanadın hemen yan tarafındaki üçlü olmuştu. Mahmut bey eski zamanlarda kalan (servete kavuşmadan) otobüs yolculuklarında tekerlek üstü yolculukları ne kadar hoşnutsuzlukla karşıladıysa, uçak yolculuklarında da kanat yanı uçmayı da denli antipatik ve rahatsız edici bulurdu. Bu belki psikolojik bir şeydi. Hele cam kenarına oturursa gözü sürekli kanat üzerinde olurdu, bir sorun var mı diye kanadı oluşturan metalleri, vidaları, ek yerlerini kontrol eder, normal dışı bir şey görmekten korkardı. Bu durum yolculuğu çekilmez kılardı. Ceren bu nedenle cam kenarına oturtulmuştu. O da babası gibi tüm yolculuğu kanadı inceleyerek yapacaktı. Gerçi babası gibi saçma bir korku ile bunu yapmıyordu, bakılacak bir yer olmadığı için olabilirdi… 13 saat boyunca sıkılmamak için aldığı kitaplara dokunamıyordu nedense. Okumayı çok seven bir kız olmasına rağmen eli kitaplara gitmiyordu.

Uzun yolculuk sıkıntı olmaksızın geçecek gibi değildi. Arada annesi ile kardeşi yer değiştiriyor ama yarım saat sonra iki kardeş yaşlarına rağmen her zamanki gibi tartışmaya, didişmeye başlıyor ve babaları tarafından tekrar ayrılıyorlardı. Bazen o uçağın ön tarafına gidiyor, mutlu ve gürültülü gruba katılıyordu. Arada film de izliyorlardı işte… Türkiye saatine göre gece uyumakta zorlansa da 6 saat kadar dinlenmeyi becerebildi. Sabah kalktığında yolculuk boyunca devamlı gelmiş yiyecek ikramlarından sabah kahvaltısı payını aldı.

Kahvaltıdan sonra tatile ne kadar yaklaştıklarını düşündü. Dünyanın en güzel denizi, en ince kumları, en bronzlaştırıcı güneşi, aile büyüklerinden fırsat bulabilirse en çılgın eğlencesi onu bekliyordu. Uçaktaki güruhun hepsi aynı ruh hali içerisindeydi şüphesiz… Tekrar camdan dışarı baktı. Bulutların üzerindeydiler. İster istemez gördüğü kanatta bir sorun yok gibiydi… Birden garip bir huzur içerisinde buldu kendini Ceren… Sıcağa, eğlenceye adım adım yaklaşıyordu işte. Keşke Berrinciği de yanında olsaydı. Gerçi O da önde yer alıp lüks yemeklerden yararlanmak isterdi ama en azından arada bir yan yana düşerlerdi de kaynatırlardı. Yine en son erkek arkadaşını anlatırdı Berrin büyük bir ihtimalle… Son zamanlarda başka bir şey konuştuğu yoktu… Bakalım babasının bıraktığı dedektiflerden, yani korumalardan kurtulup o çocukla buluşabilecek miydi sık sık?

Berrin’in son erkek arkadaşı sosyeteden filan değildi. Ailesi kendi halinde yaşayan insanlardı! Bir süre önce çocuk ile tanışmış olan Ceren onu gerçekten beğenmişti. Yakışıklılığı bir yana, geleceğinin parlak olacağını düşünüyordu. Son derece iyi bir eğitim almaktaydı ve aklı başında bir gence benziyordu. Berrin ile ne kadar farklılar diye düşündü… Farklı kutupların birbirini çektiğinin ispatıydı bu durum.

Zengin biri ile evlenmeyi planlayan Berrin için bu ilişki çok tuhaftı aslında. Daha küçücük bir çocukken bile Ceren'in doktor olacağım diye yanıtladığı o meşhur soruyu, “büyüyünce ne olacaksın” sorusunu zengin biri ile evleneceğim diye yanıtlayan ve hayatını bu düşünce üzerine kuran Berrin Ceren’i son sevgilisi ile çok şaşırtmıştı. Belki bu iyi bir gelişmeydi, kim bilir?

Berrin’i kafasından atıp tekrar dışarı baktı. Bir ay kadar önce okuduğu Buket Uzuner’in kitabı İstanbullular kitabındaki Belgin karakterine benzetti kendini uçağın küçük camından dışarı bakar ve düşünürken… O romanın bir filmi çekilse ben Belgin karakteri için ne uygun olurdum dedi.. Oysa romandaki tip betimlemesi ile uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Bu düşünceleri de dağıldı çünkü uçak alçalmaya başlamıştı. Bunu hem anonstan hem de uçağın burnunun aşağıya yönlenmesinden anladılar. Artık zaman geçmek bilmeyecekti… Son dakikalar saatler gibi uzayacaktı kuşkusuz. Ceren tekrar düşüncelere daldı. Fakat nedense biraz önce hissettiği huzurdan eser kalmamıştı…


1 Haziran 2007 Cuma

SİS

Bölüm 1

Mahmut bey sık sık tüm aile bireylerini kocaman sofrasının etrafında toplamayı çok severdi. Ailenin en büyüğü olmamasına rağmen maddi ve manevi olarak tüm ailenin doğal lideri konumundaydı yıllardır. Genç yaşta çalışarak ve aklını kullanarak büyük bir imparatorluk kurmuş ve hala hayatta olan anne- babasını, evlenmemiş ablasını ve iki erkek kardeşini, onların eşlerini ve tüm çocuklarını etrafında toplamıştı.

Mahmut beyin eşi Selen hanım sosyetenin en güzel kadınlarından biri olmasına rağmen daha çok mütevaziliği ve yardımseverliği ile dikkat çekerdi. Yüzündeki yumuşak, sıcacık ifade karşısındaki insanı bir anda kalbinden vurur ve garip bir huzur verirdi. Belki bunca yıl kalabalık ailenin güçlü birlikteliğini sadece Mahmut beyin ailesine aşırı düşkünlüğü ve hatta maddi gücü değil, bunu canı gönülden destekleyen Selen hanımın içtenliği ve karşı konulmaz çekiciliği sağlamıştı. Onun sofradaki manevi huzuru olmasa sanki herkes bir tarafa dağılacak gibiydi aslında. Ama yemekleri, sofra düzeni, masaya serpiştirdiği çiçekler ve parıltılı süsler kadar insanı derinlere çeken sevgisi ve hoşgörüsü sanki bu dağılmayı yıllardır engelleyen dayanılmaz bir güçtü… O sanki ailenin gelini değil, kızıydı…

Çocuklar artık büyüyordu. Mahmut beyin kızı 18 yaşındaydı mesela… Güzeller güzeli prensesi… O ileride kimselere veremeyeceğini düşündüğü güzel bebek… Masa başında ne coşkuluydu! O coşkulu olmasın da kim olsun diye düşündü o an gözlerini üzerinden alamayarak… Küçük çocuğu, 15 yaşındaki oğlu Berke ise zehir gibi ama biraz hiperaktif bir çocuktu… İleride şirketi o idare edecekti, kızı bu konuda çalımak istemediğini, doktor olmaya karar verdiğini kesin bir dille açıklamıştı. Biraz kırılsa da üstüne hiç gitmemiş, kızının kararını desteklemiş ve işin geleceği ile ilgili ailedeki diğer alternatiflere güvenmişti.

Kendisinden sadece iki yaş küçük kardeşi Mehmet ise neredeyse çocuğu gibi olmuştu hep. İş yerinde sağ kolu oydu. Hayatta belki de en çok güvendiği insan… Ablası ve diğer erkek kardeşinden de çok… Asla onu vurmayacak, kazık atmayacak tek insan… Eşi çok süslü, gezmeyi tozmayı, magazinde boy göstermeyi seven bir kadın olmasına rağmen ailesine bağlıydı, bir fenalığını görmemişti. Ne yazık ki tek çocukları Berrin kendi kızı ile çok iyi anlaşsa da onun tam tersi bir karakterdi. Babasının onca imkanına rağmen büyük rüşvetler ile her yıl geçtiği okuldan son sene atılmış, başka bir okula apar topar verilip zorla geçirilmiş ama üniversiteyi kazanamadığı için aileyi yine üzmüştü. Gerçi Berrin bunu hiç önemsemiyordu ama birazdan önemseyecekti.

Küçük erkek kardeşi, tekne kazıntısı Metin ise pırıl pırıl bir gençlik ve tahsil hayatı geçirmiş, yani kendi yaşayamadığı şeyleri yaşamış yakışıklı bir adamdı. Bütün o güzellikleri yaşaması için her şey yapmıştı Mahmut bey. Kendisi ve Mehmet’in yapamadığı her şeyi yapmasını sağlamıştı. Sonra o da ikinci sağ kolu olmuştu onun. Ama biraz fazla hırslıydı, farklıydı diğer kardeşinden, bazen korkutucuydu. İki oğlu vardı, on ve on iki yaşlarında, babalarının kopyaları, çirkince ama akıllı, kocasını avucunda oynatmasını bilmiş, çok sevilmeyen, ama hatır için katlanılabilen anneleri ile ilgisizdiler çok şükür.

Ablası Meltem… Kendinden 5 yaş büyüktü ama 10 yaş genç duruyordu. Bu kadar mı genç kalınır, bu kadar mı bakımlı olunurdu… Kendi tercihi ile evlenmemiş, kendi deyimi ile hayatını yaşamaktaydı. Hiçbir sıkıntısı olmayan bir kadın, kozmatiğin de katkısıyla genç göstermesin de ne olsun. Anne babasını çok üzmüştü bu kereta yıllarca. Neyse, şimdi sırası değildi.

Anne babası ise… Yaşlıydılar… Çok yaşlıydılar. O an içi buz gibi oldu Mahmut beyin, korku ile doldu. Son yıllarda şiddetle yaşadığı, onları kaybetme korkusu yine içini sardı. Ama bunları bugün düşünmemeliydi, hayır bugün değil! Tekrar eski sevincine döndü.

En son gözü Mualla hanıma takıldı. Ailenin emektarı, artık teyzesi, ablası , tüm çocuklarının bakıcısı, eşinin sırdaşı, yaşlansa da tüm evi hala idare eden, gerektiğinde otorite, gerektiğinde herkesin sığınacağı liman, klasik emektarların tersine kültürlü, üç dil bilen… O hep sofrada olmuştu yıllardır, hep de olacaktı.

Masada o an 15 kişilerdi… Masa çok büyüktü, hala kaldırıyordu onca kişiyi. Mahmut bey ve Selen hanım çocuklar çok küçükken bile onları masaya alır, asla ayrı sofraya oturtmazlardı. Aile sevgisini, coşkusunu küçüklükten almaları gerekirdi çünkü. O nedenle o sofralar hep gürültülü ama şen şakrak olurdu.

Çocuklar küçükken aslında her şey daha kolaydı. Ailenin dağılması o zamanlar imkansız gibiydi. Fakat yıllar sonra çocukların hepsi birer yetişkin olduklarında çözülme ister istemez başlayacak, yaşlılar tek tek aralarından ayrılacak, kalanlar da giderek daha isteksiz katılacaklardı bu aile tablosuna… Kimbilir?

Mahmut beyi bu bunalımlı düşünceler bile üzemezdi o gün. Çok keyifliydi. Kolay mı, ülkenin en gözde tıp üniversitesini kazanmıştı kızı, doktor olacaktı… En pahalı okullarda okumuş ve harika bir eğitim almıştı. Ona o kadar düşkün olmasa yurtdışına gönderirdi. Ama çocukların yeri ailelerinin yanıydı. Sosyetede bunu düşünen kimse kalmamıştı artık ama O bu konuda kararlıydı. Kızı burada okuyacaktı. Geriye kalan tek sorun, üniversiteye giriş sınavı da kızının zekası ve şımarıklıktan uzak, akılcı karakteri ile aşılmıştı…

Mahmut bey yerinden kalktı. Güzeller güzeli bebeğine bakarak konuşmaya başladı:
“Bugün beklide oğlumun doğumundan bu yana en mutlu günüm. Kızım Ceren doktor olacak… Beni şimdiye kadar hiç üzmedi, çok güzel okudu ve tıbbı kazandı. Bunun şerefine size güzel bir armağanım olacak. Haftaya hep beraber tatile gidiyoruz. Hem de sürpriz bir yere… Mayoları, güneş kremlerini hazırlayın, ve bayanlar size söylüyorum, bir ay yetecek kadar giysi almayı unutmayın. Şerefine kızım!”

Elindeki şampanya kadehini bir saniye Ceren’e bakmayı kesmeden havaya kaldırdı. Herkes kutlama günlerinde yapılan ritüeli gerçekleştirerek aynı şekilde davrandı. En kütü günleri böyle olmayacaktı, ama bunu bilmiyorlardı o anda tabi…

Herkes bu tatili önceden biliyordu ama dramatik konuşmalar yapmayı seven Mahmut bey sanki ilk kez bunu açıklıyor gibi yapmıştı, aile bireyleri de aralarında gizli bir anlaşma yapmışlar gibi bu süprizi ilk kez duyuyor gibi davranmışlar, sevinç nidaları atmışlardı. Bir kişi hariç: Berrin suratını asmış duruyordu. Çünkü o bu tatile gidemeyecekti. O tutulmuş en iyi hocalar ile ders çalışarak geçirecekti o yazı! O kadar paraları varken buna ne gerek vardı? Bir sürü özel okul vardı, hem okumasa ne olurdu ki! Çalışmayı değil, zengin biriyle evlenmeyi hayal eiyordu o. Ama amcası, o her şeye karışan, o her şeyi planlayan adam! O olmasa, o ölse keşke diye düşündü, sonra da pişman oldu. Çünkü Ceren'i severdi. Gerçekten severdi. Arada kıskanırdı, kızardı ama severdi... Yine de somurtması geçmedi.

Oysa Berrinin bu geziye katılmama fikri Mahmut beye değil, babasına aitti. Kızının bir şekilde kulağını çekecekti O!

Ceren çok teşekkür etti. Sırdaşı, en iyi dostu sevgili Berrininin kendisini nefret dolu gözler ile izlediğinin farkında değildi. Kimse fark etmemişti bunu. Zaten hep Ceren fark edilirdi, Berrin değil!

Sofradan kahkahalar yükseliyordu. Kadınlar tatil alışverişi konusunda konuşuyor, yaşlı anne- baba oğlum biz gelmeseydik tartışmasına boşuna girişiyor, çocuklar gevezeliklerini daha da şiddetle artan bir biçimde sürdürüyorlardı. Sofradakiler keyifliydi. Hem de çok…